Teknik Bilgiler
Stok Kodu
9789750802667
Boyut
136-210
Sayfa Sayısı
345
Basım Yeri
İstanbul
Baskı
1
Çeviren
Coşkun Yerli
Kapak Türü
Karton
Kağıt Türü
2. Hamur
Dili
Türkçe

O İstanbul / Ey İstanbul

10,00TL
Satışta değil
9789750802667
369560
O İstanbul / Ey İstanbul
O İstanbul / Ey İstanbul
10.00
James Lovett, yaşamının otuz iki yılını İstanbul'da geçirmiş bir şair. Şiiri İstanbul'dan ve İstanbul'un geçmişinden çok beslenmiş bu yüzden de. Unutulmuş ya da gündemde olmayan tarihsel renkler, antik öğeler, Lovett şiirinin özgün yapı taşları. Bir satıcının çığırtkan sesinden bile çok eski zamanların kapısını aralayabilen Lovett, 20. yüzyıl şiirinde pek de kullanılmayan epik tarzda yazıyor. Türkçesini İngilizcesiyle birlikte okuyabileceğiniz Ey İstanbul, şiirseverler için epik şiirin uçsuz bucaksız koylarında bir yolculuk çağrısı.

Tadımlık



PROPONTICS,
COMPOSED BY THE SENIOR RESIDENT
AFTER WALKING UPON THE BLUFFS OF MODA

Love and Death have raised us incomparable cities.
Istanbul, most admired from the opposite shore,
She drew her moiréd skirts about her
While pendants of pearl, a legacy of rain,
Flashed off like tears in the desperate light.
A lone bird sang to the coombs of dusk,
The paths of glory lay burked in ruin,
It was the end of March, no date to remember,
But she and I were long acquainted, having
Practised years of consolation together,
Like a patch of moving sunlight across a floor.



MARMARA KIYILARI,
ESKİ İSTANBULLU MODA KAYALIKLARI'NDA
DOLAŞIRKEN SÖYLEMİŞTİR

Aşk ve Ölüm benzersiz kentler yükseltti bizim için.
İstanbul, o hep karşı kıyıdan hayran olunan,
Yağmurun armağanı inci gerdanlıkları
Işıldarken gözyaşları gibi, kederli ışıkta,
Topladı dalga dalga ipek eteklerini çevresine.
Alacakaranlığın kuytularına doğru yalnız bir kuş inledi,
Yıkıntılar altında boğulmuş yatıyordu o ihtişamlı yollar,
Martın sonlarıydı, kim bilir hangi yıldı.
Ama o ve ben, iki eski tanıdık,
Yaşadık avuntularla yıllar boyu birlikte,
Döşemenin üstünde ilerleyen bir gün ışığı öbeği gibi.





THE SENIOR RESIDENT AT A CAFÉ
BY THE BOAT-STATION ON SADDLE-BAGS ISLAND
SPECULATES UPON THE WORLDS GOODS

To Charles and June Clark

Sea-fowl do not sit the waves more easily
Than I do these wicker-bottoms. Best of all,
To loiter over an anisette by the landing-stage
And watch an evening crowd, a swarm of vespertines
With fluttering raincoats and shawls pulled overhead,
Disembarking as if fleeing from the thud
Of a heaved gangplank.
I study their purchases;
Candy to melt a molar or triple a belly fold,
Sweet deaths by sugar, like its devotees
Glazed, stuccod, powdered in a dainty booth
While the confectioner manipulates those nice white boxes,
Each knotted with a loop that twirls on a thumb.
Heres something in brown paper with a sticky stain...
Who has not succumbed to that shoppers ignominy,
A tray of honeycomb awash in corn syrup!
Egyptian Bazaar, I know thee, thy dishonest dazzle,
Jars and jars of it aglow like amber.
Your honey, dear lady, might upset the bee.

Ah, thats a lampshade, the owner swings the carton
So lightly by the cord. And heres my neighbour
From three doors down, our Lutfi, with a brolly,
Holding it high like a parachute, as if just landed.
And now a porter with an armchair on his back.
Oh Humanity, what a cumbered lot you are,
When you might have grown fur and be living free.

But what comes hurrying by? What a beauty,
She! with her armful of glistening camellias
Diaphanous in cellophane and a white bow-ribbon!
She hastens loveward, smiling to herself.
I like those raffish stalls up at Taksim,
Harridans in a clamour on the sidewalk, queans
Of the trans-shifting, who peddle cut-flowers
In a traffic that only pauses to be gone.

To gypsy Fortune all goods are moveable,
What cannot be lost cannot be stolen, cannot
Be found, bought for less, sold for more,
Spent for larks, for love or honour given.
As if spitted on its axis, this great earth
Dangles, revolving slowly to an open fire,
Suspended by mere twist, like a Romanys dinner.
To all we have of eminent domain,
Bundles on a stick, furniture in a cart,
Our wives in the garden or at a window-seat
In sunlight, children, parents, friends,
Our very arms and legs and odds and ends,
To all of this Romany Fortune has tied the string.
Were it not so, we might be with Allah,
But of all of this, now and tomorrow,
We would have nothing, nothing.

Time for Hagop with the carriage to fetch me home,
Home to my huddled women and a tub,
A tub, a sup, and at ten a goodnight boza,
(Friend of rain on my tiles, wind in my trees,
Surf on my shores, friend of sleep.)



ESKİ İSTANBULLU

HEYBELİADA VAPUR İSKELESİNİN YANINDAKİ

GAZİNODA DÜNYA MALI ÜZERİNE DÜŞÜNÜYOR



Charles ve June Clarka



Daha rahat oturamaz dalgalara martılar,
Benim bu hasır iskemlelerde oturduğum kadar.
İşin en iyi yanı, bir duble rakıyla oyalanarak iskele kenarında,
Pardesüleri dalgalanan, başları şallı akşam kalabalığının,
Bu gece kuşları sürüsünün, sanki iskele tahtasının
Çarpma gürültüsünden kaçarcasına
Vapurdan inişini izlemek.
Satın aldıkları şeylere bakıyorum.
Dişleri çürütmek, katmerlemek için göbekleri,
Şekerden çekilmiş tatlı ölümler, tutkunları gibi
Parlak, kıtırlı ve pudralı, zarif dükkânlarda
Şekerciler tarafından güzel beyaz kutulara yerleştirmişler
Ve başparmağa takılmış iplerin ucunda sallanıyorlar.
Kahverengi paket kâğıdına yapışkan lekesi çıkmış bir şeyin.
Satıcının rezilliğine yenik düşmüş,
Glükoza banılmış bir çıta bal peteği!
Mısır Çarşısı, bilirim seni, senin o sahtekâr göz kamaştırıcılığını,
Ki, kavanozlarda kehribar gibi ışıldar.
Balınız, sevgili bayan, arıları dağıtabilir.

A, şu da bir abajur, sahibi kartonu sallıyor
Hafifçe ipinden. Ve üç kapı aşağı
Komşum, bizim Lütfü, elinde bir şemsiye,
Paraşüte asılırcasına yukarıda tutuyor, yere yeni inmiş gibi.
Ve şimdi de sırtında bir koltukla bir hamal.
Ah insanlar, ne angaryalar yüklenmiş üstünüze,
Kürklü yaratılsaydınız, özgür yaşayacaktınız.

Ama bu telâşla gelen de kim? Bu ne güzellik?
Beyaz kurdelalı saydam selofanın altında
Bir kucak ışıltılı kamelyayla!
Aşka doğru acele ediyor, kendi kendine gülümseyerek.
Taksimdeki o küçük pasaklı dükkânları seviyorum,
Kaldırımda kıpır kıpır yerinde duramayan yaygaracı
Zilli cadılar, ancak yola devam etmek için duraksayan
Bir insan seli içinde kesme çiçek satarlar.

Çingene Talihe göre tüm mallar menkûldür,
Yitirilmeyen bir şey çalınamaz da, bul
  • Açıklama
    • James Lovett, yaşamının otuz iki yılını İstanbul'da geçirmiş bir şair. Şiiri İstanbul'dan ve İstanbul'un geçmişinden çok beslenmiş bu yüzden de. Unutulmuş ya da gündemde olmayan tarihsel renkler, antik öğeler, Lovett şiirinin özgün yapı taşları. Bir satıcının çığırtkan sesinden bile çok eski zamanların kapısını aralayabilen Lovett, 20. yüzyıl şiirinde pek de kullanılmayan epik tarzda yazıyor. Türkçesini İngilizcesiyle birlikte okuyabileceğiniz Ey İstanbul, şiirseverler için epik şiirin uçsuz bucaksız koylarında bir yolculuk çağrısı.

      Tadımlık



      PROPONTICS,
      COMPOSED BY THE SENIOR RESIDENT
      AFTER WALKING UPON THE BLUFFS OF MODA

      Love and Death have raised us incomparable cities.
      Istanbul, most admired from the opposite shore,
      She drew her moiréd skirts about her
      While pendants of pearl, a legacy of rain,
      Flashed off like tears in the desperate light.
      A lone bird sang to the coombs of dusk,
      The paths of glory lay burked in ruin,
      It was the end of March, no date to remember,
      But she and I were long acquainted, having
      Practised years of consolation together,
      Like a patch of moving sunlight across a floor.



      MARMARA KIYILARI,
      ESKİ İSTANBULLU MODA KAYALIKLARI'NDA
      DOLAŞIRKEN SÖYLEMİŞTİR

      Aşk ve Ölüm benzersiz kentler yükseltti bizim için.
      İstanbul, o hep karşı kıyıdan hayran olunan,
      Yağmurun armağanı inci gerdanlıkları
      Işıldarken gözyaşları gibi, kederli ışıkta,
      Topladı dalga dalga ipek eteklerini çevresine.
      Alacakaranlığın kuytularına doğru yalnız bir kuş inledi,
      Yıkıntılar altında boğulmuş yatıyordu o ihtişamlı yollar,
      Martın sonlarıydı, kim bilir hangi yıldı.
      Ama o ve ben, iki eski tanıdık,
      Yaşadık avuntularla yıllar boyu birlikte,
      Döşemenin üstünde ilerleyen bir gün ışığı öbeği gibi.





      THE SENIOR RESIDENT AT A CAFÉ
      BY THE BOAT-STATION ON SADDLE-BAGS ISLAND
      SPECULATES UPON THE WORLDS GOODS

      To Charles and June Clark

      Sea-fowl do not sit the waves more easily
      Than I do these wicker-bottoms. Best of all,
      To loiter over an anisette by the landing-stage
      And watch an evening crowd, a swarm of vespertines
      With fluttering raincoats and shawls pulled overhead,
      Disembarking as if fleeing from the thud
      Of a heaved gangplank.
      I study their purchases;
      Candy to melt a molar or triple a belly fold,
      Sweet deaths by sugar, like its devotees
      Glazed, stuccod, powdered in a dainty booth
      While the confectioner manipulates those nice white boxes,
      Each knotted with a loop that twirls on a thumb.
      Heres something in brown paper with a sticky stain...
      Who has not succumbed to that shoppers ignominy,
      A tray of honeycomb awash in corn syrup!
      Egyptian Bazaar, I know thee, thy dishonest dazzle,
      Jars and jars of it aglow like amber.
      Your honey, dear lady, might upset the bee.

      Ah, thats a lampshade, the owner swings the carton
      So lightly by the cord. And heres my neighbour
      From three doors down, our Lutfi, with a brolly,
      Holding it high like a parachute, as if just landed.
      And now a porter with an armchair on his back.
      Oh Humanity, what a cumbered lot you are,
      When you might have grown fur and be living free.

      But what comes hurrying by? What a beauty,
      She! with her armful of glistening camellias
      Diaphanous in cellophane and a white bow-ribbon!
      She hastens loveward, smiling to herself.
      I like those raffish stalls up at Taksim,
      Harridans in a clamour on the sidewalk, queans
      Of the trans-shifting, who peddle cut-flowers
      In a traffic that only pauses to be gone.

      To gypsy Fortune all goods are moveable,
      What cannot be lost cannot be stolen, cannot
      Be found, bought for less, sold for more,
      Spent for larks, for love or honour given.
      As if spitted on its axis, this great earth
      Dangles, revolving slowly to an open fire,
      Suspended by mere twist, like a Romanys dinner.
      To all we have of eminent domain,
      Bundles on a stick, furniture in a cart,
      Our wives in the garden or at a window-seat
      In sunlight, children, parents, friends,
      Our very arms and legs and odds and ends,
      To all of this Romany Fortune has tied the string.
      Were it not so, we might be with Allah,
      But of all of this, now and tomorrow,
      We would have nothing, nothing.

      Time for Hagop with the carriage to fetch me home,
      Home to my huddled women and a tub,
      A tub, a sup, and at ten a goodnight boza,
      (Friend of rain on my tiles, wind in my trees,
      Surf on my shores, friend of sleep.)



      ESKİ İSTANBULLU

      HEYBELİADA VAPUR İSKELESİNİN YANINDAKİ

      GAZİNODA DÜNYA MALI ÜZERİNE DÜŞÜNÜYOR



      Charles ve June Clarka



      Daha rahat oturamaz dalgalara martılar,
      Benim bu hasır iskemlelerde oturduğum kadar.
      İşin en iyi yanı, bir duble rakıyla oyalanarak iskele kenarında,
      Pardesüleri dalgalanan, başları şallı akşam kalabalığının,
      Bu gece kuşları sürüsünün, sanki iskele tahtasının
      Çarpma gürültüsünden kaçarcasına
      Vapurdan inişini izlemek.
      Satın aldıkları şeylere bakıyorum.
      Dişleri çürütmek, katmerlemek için göbekleri,
      Şekerden çekilmiş tatlı ölümler, tutkunları gibi
      Parlak, kıtırlı ve pudralı, zarif dükkânlarda
      Şekerciler tarafından güzel beyaz kutulara yerleştirmişler
      Ve başparmağa takılmış iplerin ucunda sallanıyorlar.
      Kahverengi paket kâğıdına yapışkan lekesi çıkmış bir şeyin.
      Satıcının rezilliğine yenik düşmüş,
      Glükoza banılmış bir çıta bal peteği!
      Mısır Çarşısı, bilirim seni, senin o sahtekâr göz kamaştırıcılığını,
      Ki, kavanozlarda kehribar gibi ışıldar.
      Balınız, sevgili bayan, arıları dağıtabilir.

      A, şu da bir abajur, sahibi kartonu sallıyor
      Hafifçe ipinden. Ve üç kapı aşağı
      Komşum, bizim Lütfü, elinde bir şemsiye,
      Paraşüte asılırcasına yukarıda tutuyor, yere yeni inmiş gibi.
      Ve şimdi de sırtında bir koltukla bir hamal.
      Ah insanlar, ne angaryalar yüklenmiş üstünüze,
      Kürklü yaratılsaydınız, özgür yaşayacaktınız.

      Ama bu telâşla gelen de kim? Bu ne güzellik?
      Beyaz kurdelalı saydam selofanın altında
      Bir kucak ışıltılı kamelyayla!
      Aşka doğru acele ediyor, kendi kendine gülümseyerek.
      Taksimdeki o küçük pasaklı dükkânları seviyorum,
      Kaldırımda kıpır kıpır yerinde duramayan yaygaracı
      Zilli cadılar, ancak yola devam etmek için duraksayan
      Bir insan seli içinde kesme çiçek satarlar.

      Çingene Talihe göre tüm mallar menkûldür,
      Yitirilmeyen bir şey çalınamaz da, bul
  • Yorumlar
    • Yorum yaz
      Bu kitaba henüz kimse yorum yapmamıştır.
Kapat