%29
Teknik Bilgiler
Stok Kodu
9789750802270
Boyut
13.50x20.00
Sayfa Sayısı
92
Basım Yeri
İstanbul
Baskı
1
Basım Tarihi
2001-06
Kapak Türü
Ciltsiz
Kağıt Türü
1. Hamur
Dili
Türkçe

Londra Şiirleri

7,41TL
5,19TL
%29
Satışta değil
9789750802270
367276
Londra Şiirleri
Londra Şiirleri
5.19
Arka Kapak Yazısı

"(...) kimsem yok, çıkmaz ağlayanım bile
keşke bir ülkem olsaydı, bir annem
olsaydı keşke, desem de nafile (...)"

Şairin "zorunlu" gurbetinin şiirleri... dervişin "sürekli" gurbetinin içinde!

Tadımlık


AKŞAMIN AYNASINA DÜŞEN
IŞILTILAR BAHSİ



VERONICA

ruhundaki akarsuya değirmen taşıyan
ve akşamdan akşama yaşayan kirpikleriyle,
hayli yorgun ve sarışın bir şizofrendi veronica,
saçlarını çözdüğünün görülmesi
kadar korkardı, irlandalı olduğunun
bilinmesinden de.

ay düşerken üşüyen bir yüzü, kelimelere
sığdıramadığı şizofren bir sızı vardı derin
deniz diplerinde ruhunun, farkındaydı elbet,
korkularla beslendiğinin de, becketti
karşı kıyıda bırakıp terketmişti sorbonneu
üniversite önemli değil de demişti bir gün,
paristen uzak olmak, işte şizofreni bu!

nereden duymuşsa, bir cuma sabahı
sizin kürtleriniz gibiyim ben de bu ülkede
dedi parmağını kirpiklerinde gezdirerek,
titrek dizine vurup kırdığı bira bardaklarıyla
dolunaylar çiziyordu bileklerine bir yandan da
solgun köprü ışıklarında ayrıca ürpererek,
anne diye bağırdı birdenbire,
anne, bana eflâtun bir gelinlik getirsene!

yine beckette kilitlendiği bir gün, eflâtuna
boyadığı saçlarıyla geçiverdi karşıma,
göğsüne astığı iki pasaportu kıvançla göstererek
biri belfastta güpegündüz vurulan kız kardeşine ait
ve geri çekerek gözbebeklerini, malone ölüyor! dedi
malone ölüyor, benim hemen gitmem gerek!

gidiş o gidiş. mermer kanatlı iki melek
süslüyor şimdi mezartaşını veronicanın,
kimi zaman yolumu kıyısına düşürerek
iki karanfil ve bir fatiha bırakıyorum
kirpiklerine, sebepli sebepsiz bir hayli
ürpererek.

ama söz sana veronica, eflâtun bir tebeşir
bulur bulmaz bu ülkede, iki gelincik
tarlası armağan edeceğim
başucundaki mermer meleklerin
ıssız yüreklerine:

veronica, öldün, biliyorum,
acele etmem gerek benim de!



LOAN

hayır, korku değildi onunkisi, yüreğini
sakınıyordu sinemadan, ülkesiyle filmlerde
karşılaşan kaç insan çıkar ki aranızdan.

aynayla gömlek arasında duran kurutma kâğıdı
gibi bir vatandan, kızılhaçta çalışan yaşlı bir
alman doktorun kucağında berline uçtu loan,
uçaktan indirildiğinde bile kız kardeşinin
el bombasıyla parçalanmış beyni sarkıyordu
saçlarından, sedef bir tarakla güç belâ temizlendi
üç günde, ürperiyor hâlâ loan,
fildişi bir tarak gördüğünde.

bir gün iyice uzattığı saçlarını ördüğünde,
ya ondördünde olmalı loan ya onbeşinde
menekşe kokulu arkadaşı andreyle geliverdi
eve, saklambaç, seksek derken andre tuhaf
bir soru bıraktı orta yere: ama neden
çekik gözlü değil
senin ailen?



çekik gözlerini süsleyen kirpiklerinden
kıvılcımlar dökerek öğrendi loan,
vietnam adlı bir dünyadan ödünç alındığını,
kalın kaşlarını jiletle doğradı
sonra, farkedince, vietnam denilen
bir ülkeden
öç alındığını.

sinema, vietnam demekti loan için
anlaşılır bir şeydi bütün oliver stone
filmlerinde kapıdan dönmesi, kaşlarının
yokluğuna rağmen!



DOMINIQUE

güya harita bilgisi derindir bende,
kar aydınlığı düşlerine eşlik eden gülüşleriyle
ivory coastdanım dediği zaman dominique,
ayıptır söylemesi, utandım cahilliğimden de.

madagaskar, kamerun, somali, kenya
bölüne bölüne azalan ülke yalnızlıklarında
atlasım da yok şimdi derken anlattı dominique:
bizde ülke dediğin biraz film gibidir, sahneden
sahneye değişir sınırları, bir gün albay tajero
yürür güneye, ertesi gün gerillalar, böyle bir ülkeye
ülke der misin sen?



yine de seviyordu ülkesini, dile ne kadar kolay
birkaç yılını da pariste geçirmiş, efendinin ülkesi
diyordu biraz utanarak, fransızcası ana dilinden
iyiydi üstelik, bilmem neden, sömürge sahillerine
sürüklenmeden, sömürgeleşen bir ülke geldi aklıma
birden, dominique dedim, utanma kendinden
kim ne kadar kıblesine sahip
çıkabiliyor ki zaten?

inci dişleriyle zenci düşlerini birleştirip
gülümsedi kendiliğinden:
bilmez miyim sanıyorsun sen
ben bile kaçamadım tarihimden?



ROBERTA

akasyaların ağıt diyârından,
titrek bir merhaba gibiydi
bir kırlangıcın kanadına binip de düşmüştü
sanki londra sokaklarına kendi içine
hiç eğilmemiş bir italyan öfkesinden değil,
yenilgisinden şikâyetçiydi.

verona adında bir bulut ülkesi
paveseyi aradım bir süre
beyhûde bir çabayla gözbebeklerinde
oysa, ne kadar çok benziyordu cihângir
cinâyetler cumhuriyeti çocuklarına,
kirpikleri hem anayurdu, hem hücresiydi.

iki ıslak merhabayla kuşandığı
sarnıçlardan, iki ıslık gibi sıyrıldığı
geçmedi gerçi umbertonun kayıtlarına
ama, dantenin cehenneminde kısık sesli
bir bohemya olmaya da gönül indirmemişti,
hakikate teğet tarlalarında aşkın
yankısını kuşanan bir karanfil sesiydi.

futboldan anlamazdı gerçi
ama iyi bir tarihçi olabileceği
kirpiklerinden belliydi!



ISABELLA

türkçe ne kadar anlaşabildiysem
kadifesi kepaze ülkem halkıyla,
onunla da işte ancak o kadar
anlaştık!

hatırlıyorum elbet sınıfa geldiği ilk günü
ipek aldanışlarda bir fransız, tuhaf
bir kır gülü, fransız mısın?
diyecek yerde, fransa mısın sen? dediğim
için, kısa sürede kaynaştık!

ingilizceye iliştirilmiş zarif bir bulut gibidir,
fransızca yazıp ingilizceye tercüme ettiği
kartları gelir hâlâ ara sıra reimsden
bütün zarflarda yanlıştır adım
ve hepsine aynı cümleyle başlar:
yağmurları çok seven biri olduğunu
hiç unutmadım.







bunlar neyse ne de,
bir gün olağanüstü bir yağmur yağarken
londra sokaklarına, kurtarmak için durumu
şemsiyesinin altına davet etti beni,
hayır dedim öfkeyle, bir şemsiyenin altına
girecek olsaydım ben, özler miydim
sanıyorsun bu kadar anayurdumu?



CARMEN

yarısı kırmızı kaşlarının, yarısı beyaz
saman sarısı da yabancısı değildir,
endülüsün en yanlış bâkiresi,
tepeden tırnağa işve,
tepeden tırnağa naz.

gülüşü kandildi, bahçesi mayın
arada iri karanfiller iç savaş yıllarından
sonra topukları titrek bir yaz, sarayın
serin avlularında öğrenilen ilk dans
ilk dokuz yaşında çıkmış sahneye
kulaklarında küpe yerine
dudaklarında gezdirilmiş
kan gibi dört kiraz.

bir müzik sesi duymayagörsün
sınıfta bile yerinde duramaz
topukları deprem yaratırken
tahta döşemede, göğüsleri
sanki iki ağır elmas, santim kıpırdamaz
kimi zaman da tam tersi
kelimeler tanımlayamaz.



carmen dedim bir gün carmen,
n
  • Açıklama
    • Arka Kapak Yazısı

      "(...) kimsem yok, çıkmaz ağlayanım bile
      keşke bir ülkem olsaydı, bir annem
      olsaydı keşke, desem de nafile (...)"

      Şairin "zorunlu" gurbetinin şiirleri... dervişin "sürekli" gurbetinin içinde!

      Tadımlık


      AKŞAMIN AYNASINA DÜŞEN
      IŞILTILAR BAHSİ



      VERONICA

      ruhundaki akarsuya değirmen taşıyan
      ve akşamdan akşama yaşayan kirpikleriyle,
      hayli yorgun ve sarışın bir şizofrendi veronica,
      saçlarını çözdüğünün görülmesi
      kadar korkardı, irlandalı olduğunun
      bilinmesinden de.

      ay düşerken üşüyen bir yüzü, kelimelere
      sığdıramadığı şizofren bir sızı vardı derin
      deniz diplerinde ruhunun, farkındaydı elbet,
      korkularla beslendiğinin de, becketti
      karşı kıyıda bırakıp terketmişti sorbonneu
      üniversite önemli değil de demişti bir gün,
      paristen uzak olmak, işte şizofreni bu!

      nereden duymuşsa, bir cuma sabahı
      sizin kürtleriniz gibiyim ben de bu ülkede
      dedi parmağını kirpiklerinde gezdirerek,
      titrek dizine vurup kırdığı bira bardaklarıyla
      dolunaylar çiziyordu bileklerine bir yandan da
      solgun köprü ışıklarında ayrıca ürpererek,
      anne diye bağırdı birdenbire,
      anne, bana eflâtun bir gelinlik getirsene!

      yine beckette kilitlendiği bir gün, eflâtuna
      boyadığı saçlarıyla geçiverdi karşıma,
      göğsüne astığı iki pasaportu kıvançla göstererek
      biri belfastta güpegündüz vurulan kız kardeşine ait
      ve geri çekerek gözbebeklerini, malone ölüyor! dedi
      malone ölüyor, benim hemen gitmem gerek!

      gidiş o gidiş. mermer kanatlı iki melek
      süslüyor şimdi mezartaşını veronicanın,
      kimi zaman yolumu kıyısına düşürerek
      iki karanfil ve bir fatiha bırakıyorum
      kirpiklerine, sebepli sebepsiz bir hayli
      ürpererek.

      ama söz sana veronica, eflâtun bir tebeşir
      bulur bulmaz bu ülkede, iki gelincik
      tarlası armağan edeceğim
      başucundaki mermer meleklerin
      ıssız yüreklerine:

      veronica, öldün, biliyorum,
      acele etmem gerek benim de!



      LOAN

      hayır, korku değildi onunkisi, yüreğini
      sakınıyordu sinemadan, ülkesiyle filmlerde
      karşılaşan kaç insan çıkar ki aranızdan.

      aynayla gömlek arasında duran kurutma kâğıdı
      gibi bir vatandan, kızılhaçta çalışan yaşlı bir
      alman doktorun kucağında berline uçtu loan,
      uçaktan indirildiğinde bile kız kardeşinin
      el bombasıyla parçalanmış beyni sarkıyordu
      saçlarından, sedef bir tarakla güç belâ temizlendi
      üç günde, ürperiyor hâlâ loan,
      fildişi bir tarak gördüğünde.

      bir gün iyice uzattığı saçlarını ördüğünde,
      ya ondördünde olmalı loan ya onbeşinde
      menekşe kokulu arkadaşı andreyle geliverdi
      eve, saklambaç, seksek derken andre tuhaf
      bir soru bıraktı orta yere: ama neden
      çekik gözlü değil
      senin ailen?



      çekik gözlerini süsleyen kirpiklerinden
      kıvılcımlar dökerek öğrendi loan,
      vietnam adlı bir dünyadan ödünç alındığını,
      kalın kaşlarını jiletle doğradı
      sonra, farkedince, vietnam denilen
      bir ülkeden
      öç alındığını.

      sinema, vietnam demekti loan için
      anlaşılır bir şeydi bütün oliver stone
      filmlerinde kapıdan dönmesi, kaşlarının
      yokluğuna rağmen!



      DOMINIQUE

      güya harita bilgisi derindir bende,
      kar aydınlığı düşlerine eşlik eden gülüşleriyle
      ivory coastdanım dediği zaman dominique,
      ayıptır söylemesi, utandım cahilliğimden de.

      madagaskar, kamerun, somali, kenya
      bölüne bölüne azalan ülke yalnızlıklarında
      atlasım da yok şimdi derken anlattı dominique:
      bizde ülke dediğin biraz film gibidir, sahneden
      sahneye değişir sınırları, bir gün albay tajero
      yürür güneye, ertesi gün gerillalar, böyle bir ülkeye
      ülke der misin sen?



      yine de seviyordu ülkesini, dile ne kadar kolay
      birkaç yılını da pariste geçirmiş, efendinin ülkesi
      diyordu biraz utanarak, fransızcası ana dilinden
      iyiydi üstelik, bilmem neden, sömürge sahillerine
      sürüklenmeden, sömürgeleşen bir ülke geldi aklıma
      birden, dominique dedim, utanma kendinden
      kim ne kadar kıblesine sahip
      çıkabiliyor ki zaten?

      inci dişleriyle zenci düşlerini birleştirip
      gülümsedi kendiliğinden:
      bilmez miyim sanıyorsun sen
      ben bile kaçamadım tarihimden?



      ROBERTA

      akasyaların ağıt diyârından,
      titrek bir merhaba gibiydi
      bir kırlangıcın kanadına binip de düşmüştü
      sanki londra sokaklarına kendi içine
      hiç eğilmemiş bir italyan öfkesinden değil,
      yenilgisinden şikâyetçiydi.

      verona adında bir bulut ülkesi
      paveseyi aradım bir süre
      beyhûde bir çabayla gözbebeklerinde
      oysa, ne kadar çok benziyordu cihângir
      cinâyetler cumhuriyeti çocuklarına,
      kirpikleri hem anayurdu, hem hücresiydi.

      iki ıslak merhabayla kuşandığı
      sarnıçlardan, iki ıslık gibi sıyrıldığı
      geçmedi gerçi umbertonun kayıtlarına
      ama, dantenin cehenneminde kısık sesli
      bir bohemya olmaya da gönül indirmemişti,
      hakikate teğet tarlalarında aşkın
      yankısını kuşanan bir karanfil sesiydi.

      futboldan anlamazdı gerçi
      ama iyi bir tarihçi olabileceği
      kirpiklerinden belliydi!



      ISABELLA

      türkçe ne kadar anlaşabildiysem
      kadifesi kepaze ülkem halkıyla,
      onunla da işte ancak o kadar
      anlaştık!

      hatırlıyorum elbet sınıfa geldiği ilk günü
      ipek aldanışlarda bir fransız, tuhaf
      bir kır gülü, fransız mısın?
      diyecek yerde, fransa mısın sen? dediğim
      için, kısa sürede kaynaştık!

      ingilizceye iliştirilmiş zarif bir bulut gibidir,
      fransızca yazıp ingilizceye tercüme ettiği
      kartları gelir hâlâ ara sıra reimsden
      bütün zarflarda yanlıştır adım
      ve hepsine aynı cümleyle başlar:
      yağmurları çok seven biri olduğunu
      hiç unutmadım.







      bunlar neyse ne de,
      bir gün olağanüstü bir yağmur yağarken
      londra sokaklarına, kurtarmak için durumu
      şemsiyesinin altına davet etti beni,
      hayır dedim öfkeyle, bir şemsiyenin altına
      girecek olsaydım ben, özler miydim
      sanıyorsun bu kadar anayurdumu?



      CARMEN

      yarısı kırmızı kaşlarının, yarısı beyaz
      saman sarısı da yabancısı değildir,
      endülüsün en yanlış bâkiresi,
      tepeden tırnağa işve,
      tepeden tırnağa naz.

      gülüşü kandildi, bahçesi mayın
      arada iri karanfiller iç savaş yıllarından
      sonra topukları titrek bir yaz, sarayın
      serin avlularında öğrenilen ilk dans
      ilk dokuz yaşında çıkmış sahneye
      kulaklarında küpe yerine
      dudaklarında gezdirilmiş
      kan gibi dört kiraz.

      bir müzik sesi duymayagörsün
      sınıfta bile yerinde duramaz
      topukları deprem yaratırken
      tahta döşemede, göğüsleri
      sanki iki ağır elmas, santim kıpırdamaz
      kimi zaman da tam tersi
      kelimeler tanımlayamaz.



      carmen dedim bir gün carmen,
      n
  • Yorumlar
    • Yorum yaz
      Bu kitaba henüz kimse yorum yapmamıştır.
Kapat